AŞIKLI HÖYÜK – AKSARAY

Ankara’dan sabah 7.30 da yola çıkıldı.Bu defa yol AŞIKLIHÖYÜK ve çevresine. Aksaray Ağaçlı tesislerinde kısa bir moladan sonra Aksaray-Nevşehir karayolunun 15.km sinde bulunan AĞZIKARAHAN’a ulaştık. Bilindiği gibi, Anadolu ”İpek Yolunun” üzerinde bulunmaktadır ve bu yol boyunca kervanların konakladıkları, su, yiyecek, güvenlik ihtiyaçlarını karşıladıkları çok sayıda hanlar ve kervansaraylar 20 km.lik günlük erişim uzaklığı hesap edilerek sıralanmıştır. Bu yapılar Selçuklu mimarisinin de özgün örnekleridir. Bunlardan biri olan Ağzıkarahan’ın inşaatına 1231 yılında Sultan Alaaddin Keykubat döneminde başlanılmış ve 1239 yılında Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde bitirilmiş. Hanın portali ve buradaki taş işçiliği ve süslemeleri tipik Selçuklu. Ahşap kapı zincirle bağlanmış ve kapalıydı. Bu nedenle, içeri giremedim. Hanın içinde, diğer hanlar da olduğu gibi yolcuların kaldıkları, odalar, mutfak, hamam ve hayvan ahırlarının olduğunu biliyorum.

Aksaray’a dönüp, Ihlara Vadisi’nin sonunda yer alan Selime yakınlarındaki Kızılkaya köyüne gelmeden Aşıklıhöyük tabelasından sağa döndük, 250-300 m.sonra kazı alanının önüne gelmiştik. Prof.Dr. Mihriban Başaran, bizi kazı girişinde ekibi ile bekliyordu.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji bölümünden, kazı heyeti başkanı Prof Dr, Mihriban Başaran hanım, aşağıdaki bilgileri verdi:

Aşıklıhöyük toplumu, Neolitik Çağın bir geçiş toplumu. Avcı-toplayıcı toplumdan, yerleşik ve tarım yapan bir topluma geçiş sürecini yaşamış, M.Ö. 8500-7300 tarihleri arasında (yaş tespitinde C14 yöntemi kullanılmış). Diğer höyüklerden farkı, yaşamın 1200 yıl kesintisiz devam etmiş olması. Bu topluluğun nereden geldiği ve ne şekilde kaybolduğu konusunda elde net bilgiler yok, bazı tahminler yapılsa da. Çatalhöyük yerleşimine benzer tarafları var, ama çok az. Kazılarda, 90 adet iskelet bulunmuş. İskeletlere bir giydirme yapılmamış. Ama, kafatasına bakılarak Akdeniz tipi insanlar olarak nitelendiriliyor. Genç bir kadına ait kafatası Aksaray Müzesinde sergileniyor. Üzerinde iki delik var ve bunların ameliyat izleri olduğu tahmin ediliyor. Bir başka kadına ait çene kemiğinde de otopsi izleri bulunuyor. Höyük, 25 katmandan oluşuyor. Kazıya en üst tabakadan başlanmış. Haliyle üst katman, bize en yakın tarihteki katman. Melendiz Çayının hemen kenarında yer alan höyüğün iki tarafında açılan profiller var. Kazı, 27 yıldır devam ediyor. Halen aktif çalışma, Melendiz Çayına bakan cephede yapılıyor. En üstteki katmanda bulunan ev temellerinden bir bölümü örtü altında, dış şartlardan korumaya alınmış.

Evler üç farklı tipte, ama kullanılan malzeme aynı. Duvarlar, kerpiç ve üzeri çamur sıvalı. Birinci tip binalar ilk yapılanlar olup, dairesel ve neredeyse çatı saçağına kadar yere gömülü. Çatı hafif kubbeli (eğim böyle verilmiş). Çatı örtüsü olarak Melendiz’den alınan sazlar kullanılmış ve üzerine çamur sıvanmış. Hafif eğimli bir rampadan aşağı inilerek binaya giriliyor. İkinci tip binalar form olarak, birinci tip ile aynı. Tek farkı yere gömülü olmaması. Üçüncü tip binalar, form olarak artık dört köşe, neredeyse kareye yakın. Bitişik nizam. Bu nedenle sokaklar oluşmuş. Her bir bina tek bir odadan oluşuyor. Binalara damdan giriliyor. Odanın (evin) bir köşesinde, odanın büyüklüğüne bağlı olarak 60×120 cm ebadında olacak şekilde yere taş döşenmiş. Buranın ocak olduğu tahmin ediliyor. Buraların üzerinde gelişi güzel yığılı kemik parçaları bulunmuş. Muhtemelen, kızgın taşların üzerine kemikli et parçaları konulup pişiriliyordu.

Aşıklıhöyük’te bolca aşık kemiği bulunmuş. Anadolu’nun yerli koyununun burada evcilleştirildiği düşünülüyor (Etnologlar koyunun evcilleştirme tarihini M.Ö. 6500-6300 aralığı olarak veriyorlar). Bulunan aşık kemikleri nedeniyle de, höyüğe Aşıklıhöyük denilmiş. En alttaki katman döneminde, köyde 600-1000 kişi yaşadığı tahmin ediliyor. Tahminde kullanılan birbirinden bağımsız iki ayrı yöntem sonuçları birbirini teyid ediyor (sosyal yaşam ve mitokondria-anne üzerinden). Zamanla, üst katmanlarda nüfusun daha fazla olduğu biliniyor. Neolitik Çağ, taş kaynaklı araç ve gereçlerin kullanıldığı bir dönem. Henüz keramik keşfedilmemiş. Yani, akeramik dönemi. Bu nedenle, kazıda madene ve madeni eşyaya rastlanmamış. Kullanılan kesici aletler, mağmatik kayaç olan obsidyenden yapılmış. Kazıdan çıkarılan toprak, suyla yıkandıktan sonra içindeki materyaller ayrıştırılıyor. Çıkanlar, ayrı yerlerde toplanıyor. Obsidyen parçaları,kemik parçaları ve tohumlar. M.Ö.8500 yıllarında çitlembik, menengiç, bezelye, buğday, mercimek, yabani badem bölgenin florasında bulunuyormuş. Kızılkaya köyünden genç kadınlar, tohumları cımbızla tek tek ayırıyorlar. Kazı sırasında elde edilen üretim, mimari ve diğer konulardaki süreci, yine o günün koşullarındaki malzemeler kullanılarak gerçekleştirmeye çalışılmış ve sonuçları da kazı alanında sergilenmiş. Bu çerçevede, üç ayrı ev tipi, hazırlanan özel bir alanda yapılan bitkisel üretim bunlara örnektir. Deneysel arkeoloji kapsamında, gelecekte bulunacak yeni bilgilerin, o günün koşullarında,, uygulanmasına ve sergilenmesine devam edilecektir. Tarih sahnesine çıkan bu topluluğun, çimentosu olabilecek bir ortak paydayla ilgili bilgi bulunamamıştır. Bir inançları ve bununla ilgili bir totem ya da obje yok. Kısaca, neden birbirlerine ihtiyaç duyup birlikte yaşamışlardır, sorusunun cevabı bulunamamıştır. 1200 yıllık bir yaşamdan sonra tarih sahnesinden çekilmişler. Buna neden olabilecek bir hastalık, bir savaş ya da bir doğal felakete ilişkin bir ize de rastlanmamış. Bölgede bir nekropol yok. Evlerde tuvalet bulunmuyor, ihtiyaçlarını çevrede gidermişler. İdrar örnekleri üzerine bir çalışma yapılması düşünülmektedir. Kazıda 15 kadar yüksek lisans öğrencisiyle birlikte Kızılkaya köyünden 16 kişi daha çalışmaktadır. Ayrıca, uluslararası 8 ayrı üniversite ile de işbirliği ile kazı sürdürülmektedir.

Heyecanla ve sabırla kazıyı sürdürmekte olan kazı ekibinin ihtiyacı, yeterli ödeneğe kavuşmalarıdır. Şimdiden elde edilen sonuçlar heyecan vericidir ve Anadolu’nun geçmişine ışık tutmaktadır.

Kazı heyeti başkanı Prof. Dr. Mihriban Başaran, yardımcısı Güneş Bey ve diğer çalışanların verdikleri bilgilerle dolu bir şekilde, Aşıklıhöyük’ten ayrıldık ve yemek yemek üzere Selime’de Melendiz Çayının kenarında bulunan Çatlak restorana geçtik. Ben her zaman olduğu gibi, alabalığın yanında bir kadeh yerel kırmızı şarabımı aldım. Muhtemelen üst kotlardaki yağış nedeniyle Melendiz bulanık akıyordu.

Yemek sonrası, Ihlara Vadisinin son noktasından vadi için girdim. 20 dakika gidiş ve 20 dakika dönüş olmak üzere 40 dakikalık bir yürüyüş yaptıktan  sonra, Selime Katedraline geçtim. Selime Katedrali hemen yolun kenarındaki yamaçta, tüf arazide oyulmuş her biri farklı işleve sahip odalardan oluşan bir merkez. Ihlara Vadisinin yamaçlarında da çok sayıda kilise var. Bunlar genelde ailelere ait. Ama Selime katedrali bir topluluğa ait. Giriş kapısından itibaren kırmızı oklar sizi yönlendiriyor. Sol tarafa giderseniz Selime Katedrali, sağ tarafa giderseniz Meryem Ana Kilisesi. Katedral bölümü iki sıra kolonla üç odaya bölünmüş. altarın (mihrap)  bulunduğu ana odanın tavan kısmına kemerler oyularak, silindirik bir form verilmiş. Buralarda, Kutsal Kitapta (The Holy Bible) bulunan hikayeleri betimleyen freskler var. Meryem Ana Kilisesindeki freskler daha belirgin. Katedralin tam karşısında ve yolun diğer tarafında, Selçuklu beylerinden Ali Paşa’nın yaptırdığı Selime Sultan kümbeti bulunuyor.

Ankara’ya dönüş yolunda,Tuz Gölü kıyısında güneşin batışını izlemek ve güneşin gölün üzerinde yarattığı renk oyunlarını fotoğraflamak isteğim vardı ama maalesef, bulutlar bu görüntüleri almamı engelledi. Buna rağmen bir kaç kare çekebildim.

Böylece, bir gezi programını daha tamamladım. Bir başka gezide buluşmak dileğiyle, sevgili dostlar…

GÖRSELLER:https://photos.google.com/share/AF1QipMWUnxh53leiRADErHnMcRlM6jq0DLNgwNyMStUAX51SAdVf8YQpQef9viIbE_78g?key=LTRmdFY5clkxY3dUZFZRS1hoeGo4cHNUbzQ3c2hB

 

 

One comment

Yorum bırakın